Haydi mutlu yıllar



Yılların gelişi gidişi ile ilgili acıklı, duygusal, tam Türk işi birşeyler yazıyım istedim ama sonra ne alakası var diyip bizi anlatan bir resim koymayı uygun gördüm. Resmi gönderen sevgili dostumada teşekkürlerimi bir borç bilir, bir ara kendisine rakılı bir masa kurarak borcumu öderim.

klasikyaniyılmesajınottt: Yeni yılda demirörensiz, md'siz, herşeyin gönlünüzce olduğu, paralı, aşklı güzel bir yıl geçirmenizi diler, küçüklerin alınlarından, büyüklerin gıdıklarından, bıldırcınlarında al al yanaklarından öperim.
Mutlu yıllar...

Fiddler on the Roof [1971]



Bugün size tanıtmaya çalışacağım yapıt 3 oscar ödülü kazanmış, 8 farklı dalda aday gösterilmiş müzikal tarzda, eğlenceli, eğlenceli olduğu kadar da dram yüklü olan 1971 amerikan yapımı Fiddler on the Roof, türkçe adıyla “damdaki kemancı”. Bu filmi izlemediyseniz bile gerek müzikleri, şarkıları, gerekse ismi kulaklarınıza bir yerlerden takılmıştır diye düşünüyorum. Şarkı demişken dünyaca bilinen “if i were a rich man” isimli parça daha sonra ki yıllarda -ne zaman çevrildiğini bilmiyorum, atıyorum- türkçeye çevrilmiştir. Buyurun türkçesi;

Ah bir zengin olsam
Sana neler neler alırdım
Yaşardın gönlünce sen
Bir zengin olsaydım ben
Çalışmazdık asla
Ne isterdim tanrıdan bundan başka ben
Her akşam votka, rakı ve şarap
Şarkısını sana öğretirdim ben
Geçip gider kalmazdı hiç keder
Ömrümüz zevk ve neşeyle dolu
Sürer giderdi hayat boyu
İşte böyle zengin olsaydım ben
Belki de böyle bir zenginlik içinde olsaydık sevgilim
Bunca rahat yine de bedbaht mutlu olmazdım ben.

Yazının devamında şarkının orjinalinide bulabilirsiniz diyerekden filmin konusuna geçelim. Film çarlık Rusya'sında Anatevka isimli bir köyde geçiyor. Köyde yahudi ve hristiyan olmak üzere iki farklı inanca sahip insanlar yaşamasına rağmen aralarında hiçbir sorun olmadan hayatlarına devam ediyorlar. İzleyici olarak bu duruma baktığınızda hristiyanların tarihde yahudilere yaptıklarını gözönüne alırsa eğer filmde de bu tür sahneleri beklemiyor değilsiniz. Köydeki yahudi inancına sahip olan halk geleneklerine gayet bağlı, birazda tutucu bir topluluk. Kızlar evlilik çağlarına geldiğinde çöpçatanlar tarafından bulunan koca adaylarıyla babaların verdiği onay doğrultusunda evlendiriliyorlar. Bu dar kafalı düşünce tarzı maalesef ki günümüz Türkiye'sinde bile bugün devam ediyor. Herneyse, filmimizin kahramını beş kız çocuğa sahip fakir bir sütçü olan yahudi Tevye (Topol). Tevye'nin üç kızı artık evlenme yaşına gelmişlerdir ve çöpçatan Yente tarafından koca arama çalışmaları hızla sürmektedir derken evin büyük kızı Tzeitel'e Tevye'nin arkadaşı -neredeyse yaşıtlar- köyün varlıklı kasabı Lazar Wolf aday olur. Kısa bir görüşmeden sonra Tevye kızının varlık içinde rahat yaşacağını düşünerekden bu evliliğe onay verir ama hesaba katmadığı Tzeitel'in köyün terzisi olan Motel ile karşılıklı yaşadıkları aşkdır. Tevye bu konuyu kızına açtığında büyük bir şaşkınlık yaşar. Ya geleneklere uyacak kızının mutluluğunu engelleyecek ya da aşkıyla evlenmesine onay verecektir. Tevye herşeyden önce kızının mutluluğunu isteyen bir baba olarak gelenekleri bir kenara atarak kızının isteğini yerine getirir ama birde bu durumu karısına anlatması gerekmektedir. :) Köyde bunlar yaşanırken Rusya'nın bazı bölgelerinde yahudiler topraklarından sürülmektedirler. Ülke çapında yaşanan bu olaylar ilerki zamanlara yavaş yavaş köyüde etkilemeye başlayacaktır.
Filmi izlemeniz için konuyu daha fazla uzatıp heyecanınızı öldürmek istemiyorum diyerek burada noktayı koyuyorum.


Bahsetmiş olduğum "if i were a rich man" isimli şarkıyı uzun uzun yazmak yerine youtube linkini koymak daha iyi olacaktır sanırım, böylece şarkının güzelliğine varabilirsiniz. Unutmadan dinleyebilmek için farklı dns'leri kullanmayı unutmayın.



Yazının başında da dediğim gibi şarkıları, dansları, müzikleri bunların yanında espirileri, bir babanın geleneklerle kızlarının mutlulukları arasında gidip gelen çelişkileri, yahudilerin yaşadıkları dram gibi özellikleriyle ve konusuyla izlenmesi gereken bir şaheser.

Yönetmen : Norman Jewison
Yazar : Sholom Aleichem (kitapdan)
Oyuncular:
Topol ... Tevye
Norma Crane ... Golde
Leonard Frey ... Motel
Molly Picon ... Yente
Paul Mann ... Lazar Wolf
Rosalind Harris ... Tzeitel
Michele Marsh ... Hodel
Neva Small ... Chava


İyi seyirler...

Üvey evlat!

Kendine methiyeler düzen, büyüklükden bahseden Beşiktaş taraftarı lafa geldiği zaman amatör şubelerdeki başarısızlığı, buna neden olanları diline dolarda bir kere geçmez kapısının önünden, üzerine düşeni yerine getirmez. Hem yazık, hep ayıp!
Her zamanki gibi bugünde salonda bir avuçtuk ama elimizden geldiğince desteğimiz verdik, sahadakilerde oyunlarıyla karşılıklarını. İki maçtada rakiplerden fizik ve kaliteli olarak üstündük, bunuda fazlasıyla sahaya yansıtarak maçlarımızı kazandık. Sizlerle gurur duymamak elde değil. Yüreğinize, bileğinize sağlık...

Tekerlekli Sandalye Basketbol Takımımız
Beşiktaş:78 İzmir Bş. Bld.:48

Hentbol Takımımız
İstanbul Dostspor:22 Beşiktaş:40






Ali Taygun'u kaybettik



Bazı anlar, olaylar vardır kelimelerle sözlerle anlatılmaz. Söylensede hiçbir anlam ifade etmez! Tiyatro dünyasının başı sağolsun...

Diğer Renkler




* Cumartesi akşam ki Fenerbahçe-Ankaragücü müsabakasında Aydın Karabulut'un attığı golü görmek için teveyi açtım. Bir o kanal bir bu kanal derken yarım saat dolaşıp bir yerde yakalayıp izledim. Ama bahsedeceğim konu Aydın'ın golü filan değil, derdim golü görebilmek için yarım saat boyunca kanal zaplarken hep Fenerbahçe'nin konuşuyor olması. Tabiki bu örnek sadece Fenerbahçe-Ankaragücü müsabakasına özgün bir şey değil. Konu üç büyük, hatta dördüncü büyüğüde katarsak sadece bu takımların konuşuluyor olması. Fanatik olarak değil bir futbolsever olarak olaya baktığımda diğer renklere tutkun insanların bundan ne kadar rahatsız oldukları aşikar. Yorumcu olarak o programlara katılanlar sadece bu büyükleri izlerler, yorum getirirler. Diğer kulüplerde ne olmuş, olmamış bihaberdirler. Eee böylece olunca piyon olarak gördüğü takımı toplasan 5 dk konuşur daha sonra kaldığı yerden devam ederler. Canımız ciğerimiz geniş medyamız çokmu zor bu takımların temsilcilerini, takip edenlerinden bir tanesini her hafta değiştirerek konuk etmek.


* Önümüzde Bursaspor maçı var. Dileğimiz bu saçma sapan kan gütme rezaleti sona ererde Bursaspor taraftarı Şeref Bey'e gelir, efendi gibi takımını destekler.

* Bobo'nun attığı golü yazmadan olmaz. Büyüksün Bobo, sende olmasan şöyle şahane goller izleyemeyeceğiz. O ne güzel istoptur, ne güzel vuruştur. Gönlümü mest ettin. Ayağına, yüreğine sağlık...

Agora Meyhanesi - Onur Şenli



Sana bu satırları
Bir sonbahar gecesinin
Felç olmuş köşesinden yazıyorum.
Beşyüz mumluk ampullerin karanlığında
Saatlerdir, boşalan kadehlere
Şarkılarını dolduruyorum,
Tabağımdaki her zeytin tanesine
Simsiyah bakışlarını koyuyorum*
Ve, kaldırıp kadehimi
Bu rezilcesine yaşamların şerefine içiyorum:
Burası Agora Meyhanesi
Burda yaşar aşkların en madarası
Ve en şahanesi
Burda saçların her teline
Bir galon içilir
Sen, bu sekiz köşeli meyhaneyi bilmezsin
Bu sekiz köşeli meyhane seni bilir.
Burası Agora Meyhanesi
Burası arzularını yitirmiş insanların dünyası.
Şimdi içimde sokak fenerlerinin yalnızlığı
Boşalan ellerimde
Kahreden bir hafiflik.
Bu akşam
Umutlarımı meze yapıp içiyorsam
Elimde değil.
Bu da bir nevi namuslu serserilik.
Dışarıda hafiften bir yağmur var
Bu gece benim gecem
Kadehlerde alaim-i semaların raksettiği,
Gönlümde bütün dertlerin
Hora teptiği gece bu
Camlara vuran her damlada
Seni hatırlıyorum
Ve sana susuzluğumu...
Birazdan plaklarda şarkılar susar,
Kadehler boşalır,
Umutlar tükenir
Mezeler biter
Biraz sonra
Bir mavi ay doğar tepelerden
Bu sarhoş şehrin üstüne,
Birazdan bu yağmur da diner.
Sen bakma benim böyle delice efkarlandığıma,
Mendilimdeki o kızıl lekeye de boşver
Yarın gelir çamaşırcı kadın
Herşeyden habersiz onu da yıkar;
Sen mes'ut ol yeter ki
Ben olmasam ne çıkar.
Dedim ya:
Burası Agora Meyhanesi
Bir tek iyiliğin tüm kötülüklere
Meydan okuduğu yer
Burası Agora Meyhanesi,
Burası kan tüküren
Mes'ut insanların dünyası...


Onur Şenli

Tiyatro - Onlar Ermiş Muradına



Uzun zamandır tiyatro oyunu yazmıyordum, tamam tamam kabul ediyorum aslına bakarsanız birkaç haftadır yazı yazmıyordum! İş, güç, hayat derken vakit bulamadım, bulduğum zamanda düşünmek, uğraşmak istemedim. Şimdi şu tembel tarafımı bir tarafa itip oyunu hakkında bir şeyler karalayımda içimde kalmasın yoksa yine tembelliğe yenik düşeceğim.

Oyunumuz sanırım 1700'lü yıllarda geçiyor, en azında o yıllara ait bir havası var. Hani fransızların şu çok gösterişli giysileri vardır ya filmlerden filan hatırladığımız, işte kostümler bu nitelikli. Sahne ise iki farklı dekor üzerinden kurgulanmış. İlk dekor ve oyunun çoğunun sahnelendiği Doktor Petypon evi, diğeri ise Doktor Petypon amcası olan generalin şatosu. Oyunun eleştirel bir tarafı olmasına rağmen eğlenceli tarafı çok daha ağır bastığından dolayı pek eleştirel tarafı dikkatinizi çekmiyor. Dediğimizi gibi eğlenceli bir oyun olmasının yanında aşk, ilişki, yalanlar vb olgular üzerine kurulu ve gayet kalabalık bir oyuncu kadrosuyla yaklaşık 2 saatlik bir süre zarfında sahneleniyor. Oyunun yazarı Georges Feydau, yönetmen koltuğunda ise tiyatroların büyük ustalarından biri olan Haldun Dormen oturmakda. Konuya geçmeden önce oyunun sonunda sizi çok güzel bir sürpriz bekliyor diyerekden merakda bırakmak istiyorum.

Oyun Petypon'un arkadaşının eve girişi ve Petypon'u kanepenin altında mahmur bir şekilde bulmasıyla başlıyor. Bu iki yakın arkadaş bir önceki geceyi alem yaparak geçirmişlerdir. Petypon bu tür olaylara alışık olmadığından dağılmış ve dün gece ne yaptığını hatırlamamaktadır. Buraya kadar bir sorun yok, klasik erkek halleri diyelim. Ama evde kimsenin hesaba katmadığı geceden kalma bir misafir vardır. Eğlence sektöründe çalışan Seksi mi seksi, cilveli mi cilveli, güzel mi güzel taş gibi bir hatun olan ama hanımefendilikden yakından uzakdan alakası olmayan argo konuşan La Mome başka bir odadan iç çamaşırlarıyla ortalığa çıkmasıyla alemcilerimiz neye uğradıklarını şaşırırlar. İç çamaşırı derken bugünün tasarımları gelmesin aklınıza, hani o zamanların şalvara benzer bi acayip çamaşırları vardır ya işte ondan. Niye açıklıyorsam! Alemcilerimiz La Mome'u evden göndermeye çalışırken Petypon eşi gelir, paldır küldür La Mome'u saklarlar ama elbiseler ortalıkda kalmıştır. Bayan Petypon terzinin elbisesini gönderdiğini düşünerekden La Mome'un elbisesini alıp odasına çekilir. Alın size bir sorun daha... Neye uğradıklarını şaşıran alemcilerimiz La Mome bu şekilde gönderemeyeceklerini düşünerekden elbise almaya karar verirler, bu işi yapacak olan da Petypon'un arkadaşıdır. Petypon'da üzerini giyinmek odasına çekilir. Tam herşey düzelecek derken bu sefer kapıdan Petypon'un amcası general giriverir. General ve bayan Petypon hiç karşılaşmamışlardır. General salona girdiğinde iç çamaşırlarıyla karşısında gördüğü kadını yeğenin eşi sanar, La Mome'da hiç itiraz etmez. Sonuçda itiraz edilecek bir durumda yoktur, bu durum nasıl açıklanabilir ki?
Genel olarak kim kimin eşi, kimin nesi diyerekden kurgulanmış eğlenceli, komedi yüklü bir oyun olan “onlar ermiş muradına” yı izlemeniz önererekden yazımı sonladırıyorum diyecem ama son bir notu eklemeden de geçmek istemiyorum.

Ayşe Nurseli Tırışkan hanımefendi ne kadar güzel, cilveli, hoş bir kadındır, aman Allahım! Sırf onun için bile şu oyun izlemeye gidilir yahu!


Yazan : GEORGES FEYDEAU
Çeviren : GENCAY GÜRÜN
Yöneten : HALDUN DORMEN
Sahne Tasarımı : BARıŞ DİNÇEL
Işık Tasarımı : ZILKIFLI ÖZDEMİR
Kostüm Tasarımı : CANAN GÖKNİL
Efekt : ERSIN AŞAR
Yönetmen Yardımcısı : ALI GÖKMEN ALTUĞ - ÖZGÜR DAĞ - CEYLAN ÇETE


OYUNCULAR
ALEV ORALOĞLU, ALİ GÖKMEN ALTUĞ, ALİ KARAGÖZ, ALİ MÜMTAZ BERGE, AYŞE NURSELİ TIRIŞKAN, AYŞEGÜL İŞSEVER, BETÜL KIZILOK BAVLİ, CEM MELİH KARAKAYA, CEYLAN ÇETE, ÇAĞRI ÖZGÜR HÜN, ENGİN COŞKUN, ERKAN SEVER, İLHAN KILIMCI , ÖZGÜR DAĞ, RAHMI ELHAN, VILDAN TÜRKBAŞ, YEŞİM KOÇAK

Bol keseden yönetimsizlik



Bu haftanın en önemli noktası seslerini duyurmak için idmanlara çıkmayan Diyarbakırspor kulübü sporcularının davranışlarıydı. Sanırım protesto için en doğru zaman böyle bir maç öncesi yapılacaklardı ki diğer maçlarda böyle bir işe girişmiş olsalardı pek gündeme gelmezlerdi. Türkiye'de bu sorunu yaşayan sadece Diyarbakırspor'un sporcuları değil. Malesef ki ülke sporu olarak yönetimsizlik içinde yüzüyoruz. Geçen sene BankAsya'yı takip edenler hatırlarlar Diyarbakırspor ligin ilk yarısında buna benzer sorunlar yaşamışlar ve nasıl olmuşsa devre arasında birçok yeni oyuncuyla anlaşarak süper lige çıkmışlardı. O zamanda buna nasıl izin verildiğine şaşırmış, daha önemlisi o takımın nasıl bir üst lige çıktığına anlam verememiştim. İlk aklıma gelen siyasi bir parmağın bu işin içinde olduğuydu ki tabi yanılıyorda olabilirim. Sonuçda kimsenin emeğine haksızlık etmek istemem. Ama insanın aklına takılmıyor da değil.
Maçın sonunda Tolga ile yapılan röpörtajda yabancı oyuncuların paralarını almalarına rağmen bu protestoya katıldıklarını belirtmesi hem takım olarak hemde arkadaşlık adına gerçekden takdir edilesi bir durum. Oyuncu-teknik ekip tarafında bunlar yaşanırken yönetim açısından bakıldığı zaman ortada büyük bir başarısızlık, yönetimsizlik göze çarpıyor. Bu yaşananlar çok sıcak olduğundan dolayı Diyarbakırspor'u konuşuyor gibi gözüksekde bu sorun yazının başında da dediğim gibi ülkenin genel sorunu. Hatırlayacağınız gibi geçen sene Beşiktaş'ın diğer branşlarında aynı sorunlar yaşanmış, bazı oyuncular idmanlara çıkmamıştı. Bugün bile bu konu dile geldiğinde yalanlansada yaşanmaya devam ediyor. Bu rezilliklere müdahele etmesi gereken kurumlar ise vurdum duymaz davranarak sessiz kalıyor, ama UEFA tarafından bu konu hakkında yakın zamanda kulüpleri bağlayan büyük değişikliklere gidilecek. Belki bu sayede bol keseden para dağıtan yönetimsizler akıllarını başlarına alırlar. Dileğimiz UEFA'nın bu değişikliğini diğer spor branşlarının yetkili kurumları da örnek alıp benzer bir yol almaları.
Son olarak diyarbakırsporlu oyuncuların yaptıkları bu protestodan sonra şehrin dinamiklerinin hareket geçmesini umarak yazımı sonlandırıyorum.

Memleketimin ehtiyarları (Düga Yüzli)




deepnote: Şavşat şivesi...(memleketim)

Rahat okuyabilmek için resimin üzerine tıklayınız!

Şems-i Tebrizi - Melâhat Ürkmez


Sadece bu topraklarda değil dünyanın dörtbir tarafında Mevlana hakkında kulakdan dolmada olsa insanlar bir takım bilgilere sahiptir ki bizlerin böyle muhterem bir şahsiyeti daha fazla tanımamız gerektiğine inanıyorum. Bu yazı Mevlana hakkına omayacaksa da onun dünyaya tanınmasında çok büyük bir etken olan gönül barajlarını serbest bırakan bir şahisyeti tanıtmaya çalışacağım. Şems-i Tebrizi. Gerçeği söylemek gerekirse eğer yakın zaman içinde sizlere tanıttığım belkide ben tanıtmadan önce okuduğunuz bir kitap olan Ahmet Ümit'in Bab-ı Esrar kitabında Şems-i Tebrizi'nin hayatından alıntılar kullanılmış bende bu muhterem kişilik ile kitabın yaprakları arasında tanışmıştım. Daha sonraki günlerde bu muhterem zat-ı daha fazla tanıma hevesiyle bu kitabı satınaldım. Kendi adıma üzücü olan bu toprakların böyle bir değerini bu yaşıma kadar tanımamış olmam. Cahillik, bilgisizlik diyelim!
Kitabı tanıtırken fazla derinlere inmicem, zaten bu bilgi ve birikimede sahip değilim. Mümkün olduğunca kitap içinde verilen bilgilerden yararlanmaya çalışacağım.
Herkes tarafında bilinen ismiyle Şems-i Tebrizi'nin kelime anlamı Tebriz'in güneşi anlamına geliyor olsada gerçek ismi Şemseddin'dir. Doğum yeri Tebriz, doğum tarihi 1186'dır. Aile geçmişine bakıldığı zaman Azeri Türklerinden veya Horasanlı olduğu tahmin edilmektedir. Kişilik olarak ise tavizsiz, isyankar bir yapıya sahiptir ki bu kendisini insanların gözünde biraz antipatik hale getirmektedir. Tabiki bu yapısı dini konularda çok daha önplana çıkmaktadır. Bilgi birikimi sadece din konular ile kısıtlı değildir. Kendi coğrafyasında gördüğü eğitimden sonra artık kendi bilgi birikimini artıracak hiçbir kimse bulamamasından dolayı bir arayış içerisine girmiştir. Uzun yıllar mürid değil mükemmel bir mürşid aramıştır. 62 yaşında iken Konya'ya gelmiştir. Mevlana ile Şems ilk defa Konya'da Merec'ül-bahreyn diye tabir edilen -iki denizin buluşması- yerde karşılaşırlar. Burada yaşananlar farklı şekilde anlatılsada Şems aradığı kişi olup olmadığını anlamak için sorduğu “Hazreti Muhammed mi büyük, Beyazıd-ı Bestamî mi? Ne dersin?” sorusunun devamında aldığı cevap ile yıllar boyunca aradığı mükemmel mürşide sahip olmuştur. Bu buluşmaya kadar Mevlana halkla içe içe olan bir karakter iken daha sonraları Şems ile başbaşa kalmaları ve halkdan soyutlanması ilginçtir. Ayrıca iki karakteri analize ettiğimizde Mevlana daha alçak gönüllü, insanları kırmamak için çabalarken Şems ise yazının başında da bahsetmiş olduğum gibi tavizsiz ve isyankar yapısından dolayı doğruları yumuşatmadan söylemekde bu da insanları kırmasına neden olmaktadır. Halkdan soyutlanma daha sonraki zamanlarda halk içerisinde iftiralara, söylentilere neden olmuş bunun devamında da halk Şems'den nefret eder hale gelmişdir. Söylentilerin giderek artmasının devamında Şems Konya'dan ayrılarak Şam'a gider, halk bu ayrılığın sayesinde Mevlana'nın eskisi gibi kendilerine yöneleceğini düşünselerde beklediklerinin aksine Mevlana daha da içeriye kapanmış, iyice kopmuştur. Mevlana'nın bu halini gören halk yaptıklarından bin pişman halde kendisinden özür dilemişler ve kabul olmasıyla özür dileyenlerin arasında yirmi kişilik bir grup ile Mevlana'nın oğlu Sultan Veled birlikte Şesm'i Konya'ya getirmek için yola çıkmışlardır. Bu yola çıkma olayı sadece bu grubun düşüncesi değil Mevlana'nın da isteğiyle olmuştur.
Şems'in Konya'ya dönüşünden belli bir zaman sonra söylentiler yine artarak devam etmiş ve sonunda Şems dönmemek üzere kimsenin bilmediği bir şekilde Konya'dan ayrılmıştır. Başka bir rivayet ise öldürüldüğü yönündedir ki öldüren yedi kişi arasında Mevlana'nın oğlu olan Aladdin'in de olduğudur. Bu yaşananları böyle birkaç satırda anlatılabilecek şeyler değildir, uzun uzun okunmalı araştırmalıdır. Ama kitap içerisinde ilgimi fazlasıyla çeken bazı olaylara özellikle değinmeden geçmeme taraftarıyım. Bunlardan birincisi; Şems Mevlana ile görüşmek isteyenlere “ne getirdin?” sorusunu yöneltmesidir ki birgün buna cevap olarak sinirlenen bir zat “sen ne getirdin?” sorusuna Şems'in verdiği cevap ilginçtir, “başımı”. Diğeri ise ilk karşılaştıkları zaman birbirlerini tanıyor olmalarıdır ki kitapta uzun yıllar ruhlar aleminde birbirlerinden haberdar oldukları söylenmektedir. Tabiki bu bir rivayet , bir düşünce olsada ilginçtir. İşin özüne gelecek olursak eğer Şems Mevlana gibi içinde dalgalar koparan bir barajın kapaklarını açmış, Allah aşkıyla yanıp tutuşturmuş, madde dünyasından çıkarıp manevi dünyaya taşımış, gerçek aşkın ne olduğunu anlamasına yardımcı olmuştur. Onlar iki ayrı bedende tek bir ruh olmuşlar, birbirlerini tamamlamışlardır.

Kitap içerisinde birçok yerli, yabancı kaynağın yanında yazar kendi fikirlerinide katmıştır. Bu kaynakların arasında en önemlileri Mevlana'nın Şems için yazdığı şiirlerin yanısıra Mevlana'nın müridlerinden Sipehsâlar Mecdüddin Feridun'un bizzat gördükleri ve yaşadıklarını yazmasıdır. Ayrıca Şems'in kendi el yazması bir eseri bulunmasa da Makalat (söyleşiler) isimle eserde kendisi hakkında birçok bilgiye ulaşılabilir. Unutmadan kitapda Mevlana'nın eserlerinden alıntılarda bulabilirsiniz.

Kitaplı günler...

Makalat
http://www.semazen.net/text_list.php?id=22&menu_id=id5

Kıskanmak [2009]



Filmin konusuna geçmeden önce sinema demeye binbir şahit isteyen, sanatçıya, izleyiciye saygısı olmayan Kadıköy Rexx sinemasına bir iki laf söylemeden geçmicem. Çünkü içimde öyle bir yer ettiki anlatamam. Filmi öyle bir salonda oynatıyorlar ki giriş ve çıkış kapısı arasında 2 mt var. Koltukların bir ucu kapılarla 1 mt uzaklıkda diğer ucu duvara yapışık. Sahne desen Allah'a emanet. Perdeye yansıtılan görüntülerde oyuncular ince ve uzun gözüküyor. Arkadaş ayıp be! Hiçmi utanmanız yok? Gözünüzü amma para bürümüş, yuhhh be!

İçimizdekileri ortaya döktükden sonra filmin konusuna giriş yapalım. Nahid Sırrı Örik'in romanından aynı isimle beyaz perdeye aktarılan “kıskanmak” filminin yönetmen koltuğunda Zeki Demirkubuz oturuyor. Senaryo romandan kaleme alındığından dolayı konuya sadık kalınmasından olsa gerek klasik Zeki Demirkubuz filmlerinin biraz dışında kalıyorsada gerçekten çok kaliteli bir yapım. Filmimizde üç ana karakterimiz bulunmakda. Mühendis Halit (Serhat Tutumluer), Halit'in eşi Mükerrem (Berrak Tüzünataç) ve Halit'in kız kardeşi Seniha (Nergis Öztürk). Biraz karakterleri tanımakta yarar var;
* Halit boylu poslu, iyi eğitim görmüş, yakışıklı bir beyefendi.
* Mükerrem genç, güzel mi güzel, kültürlü bir kadın.
* Seniha bu iki karakterin aksine çirkin, evde kalmış, iyi eğitim görmemiş bir kadın.

Film 1930 yıllarında Zonguldak'da 29 Ekim Cumhuriyet balosu görüntüleri ile başlıyor. Bu baloya Zonguldak'ın önde gelen aileleri ve şeref misafileri katılmaktadır. Bunların arasında şehrin en önde gelen ailelerinden birisinin oğlu olan Nüshet'de (Bora Cengiz) bulunmaktadır. Nüshet çapkın mı çapkın, zenginliği ve yakışıklılığı sayesinde bütün şehrin kızlarını sıradan geçiren genç bir delikanlıdır. Abartmıyorum, bende öyle bir izlenim bıraktı. Arkadaş bir adamın yatağı hiçmi boş kalamaz. Bundan 3 ay önce Zonguldak'a taşınmış olan ana karakterlerimizde baloya teşrif etmişlerdir. Dans esnasında Nüshet'in dikkatini güzeller güzeli Mükerrem çeker ve dansa davet eder. Bu dans esnasında Mükerrem genç delikanlıdan çok etkilenir. Balodan kısa bir süre sonra Nüshet'in aile kahyası evin hanımının birşeyler konuşmak istediğini söylerekden bizim güzelmi güzel mühendis bey'in eşini evine davet eder. Ama aslında bu doğru değildir, Mükerrem'i evin hanımı değil Nüshet beklemektedir. Bu ikili ilk defa burada beraber olurlar, daha sonraki günlerde bu ilişki daha da ilerleyerek devam eder. Belli bir zaman sonra ilişkinin daha fazla dile düşmemesi için gündüzleri torbaya kaldırıp Halit Bey'in evde olmadığı geceler başka bir yerde buluşmalar, sıcak anlar diyip konuyu burada kesiyorum. Buradan sonrasını sinemada izleyiniz, ama Rexx'de değil.

“Filmin konusunu, finalini ben anladım” derseniz eğer finalde hayal kırıklığına uğrarsınız. Güzel bir finalinin olması yanında bu filmde Seniha karakterini oynayan hanımefendinin Osmanlı türkçesi ile yaptığı konuşmalar da hoşunuza gidecektir.

İyi eğlenceler...

Gizli sağ ayak tekniği



Hani bilgisayar oyunlarında vardır ya karakterlerin oyunun sonunda yaptıkları ölüm vuruşları, işte bizim Üzülmez'in de böyle bir tekniği olsa gerek on yılda birkaç defa sağ ayağıyla yaptıkları. Sol ayağından bir hayır görmedik ama sağ ayağı neler yaptı neler. Maçın analizini, Üzülmez'in, Rüştü'nün, Denizli'nin saçmalıklarını bir kenara bırakın. Üzülmez'in ilk goldeki ortası neydi aga öyle? Topuz'u bakkala gazoz almaya gönderişinden sonra kafayı kaldırması, bu esnada Fink'in sevgilisine el sallar gibi kendini belli etmeye çabalarken ceza alanına sokulması sıradan bir görüntü gibi gözükse de bundan sonra yaşananlar ben ve benim gibi düşünenlerin küçük dillerini yutturdu. Unutmuşuz Deli'nin neler yapacağını. -şuanda bile şaşkınım, inanamıyorum- Öyle bir orta kestiki ayağının üstüyle top süzüle süzüle Fink'in ayağına oturdu. Backham mısın mübarek? Volkan şanslıydı ki Fink'in o füzesine uzanamadı. Allah korudu, yoksa vücudunda ömür boyu kapanmayacak bir ikinci deliğe sahip olacaktı. Ya ikinci golde ki asisti? O da buram buram bir fitbol zekası ürünüydü. Bu söylediğime bende inanamadım ama işte Üzülmez adamı böyle mındar eder.

Son olarak lafımız ağız ishali olmuş olan twitter kazım'a; "Nasıl koyduk ama"

Beni Candan Usandırdı - Fuzûlî



Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı?
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı?

Kamu bîmârına cânan devâ-yı derd eder ihsan,
Niçin kılmaz bana derman beni bîmâr sanmaz mı?

Şeb-i hicran yanar cânım töker kan çeşm-i giryânım,
Uyarır halkı efgaanım kara bahtım uyanmaz mı?

Gül-i ruhsârına karşu gözümden kanlı akar su,
Habîbim fasl-ı güldür bu akar sular bulanmaz mı?

Gamım pinhan dutardım ben dediler yâre kıl rûşen
Disem ol bi-vefâ bilmem inanır mı inanmaz mı?

Değilim ben sana mâil sen ettin aklımı zâil.
Bana ta’neyleyen gaafil seni görgeç utanmaz mı?

Fuzûlî rind-i şeydâdır hemişe halka rüsvâdır,
Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı?

Fuzûlî

Tiyatro - Coriolanus


Bu haftasonun güzel yanı bu oyuna gitmiş olmam. Onun dışında da zaten yorucu ve berbat bir haftasonuydu. Şimdi size haftasonu ne yaptığımı anlatmayacağım merak etmeyin. Zaten anlatacak birşey de yok. Sizleri sıkmadan şu güzel oyunu tanıtayım da sayfayı zaplamayın.

Dünyanın en önde gelen yazarlarından biri olan William Shakespeare'in Coriolanus isimli oyunu Roma döneminde geçiyor. Coriolanus, Roma'nın önde gelen soylu ailelerinden birinin oğlu olmasıyla beraber en önemli askerlerinden biri. Kahramanımız kendinden ne olursa olsun ödünmeyen vermeyen bir karakter. Diğer soylulardan onu ayıran en önemli özellikde bu. Bunu biraz açıklamak gerekirse günümüzün kodamanlarını düşünün. Nasıl yani? Şöyle; kodamanlar kendilerini kaf dağında görüp, çıkarları için her türlü esnekliği gösterebilen politik oyunculardır. O ise ne olursa olsun soyluluğundan geri adım atıp, kendine ihanet etmiyor. Bu güzel bir özellik olsada Coriolanus soyluluğunu iyice abartıp kendinden aşağıdakileri -halkı- aşağılamayı kendinde hak görüyor. Böyle olunca savaş alanları dışında pek sevilen bir karakter değil. Coriolanus Volsyalılar ile yapılan son savaşta büyük bir zafer kazanır. Bu savaşın bir diğer özelliği birbirinden ölümüne nefret eden iki askerin karşılaşmasıdır. Volsyalılar'ın komutanı Ofilius'un ismini burada anmayıp, kulak aşinalığı yapmadan olmaz. Çünkü oyunun ilerki dakikalarında önem kazanacak.
Ordunun komutanı tarafından bu zaferin onuru Coriolanus'a bağışlanır. Uzun zamandır savaş alanlarında yaşadığı büyük zaferlerin sonucunda artık ülkenin yönetimin kısmında yer alma zamanı gelmiştir. -Roma'nın yapısını bilmediğimden dolayı bazı yerleri kendi anladığım kadarıyla yazmaya çalışacağım.- Bu konuma gelmesi için halk temsilcilerininde onay vermesi gerekmektedir. Peki halkı devamlı aşağılayan bu insan nasıl olurda yönetime girebilir? Annesinin ve yakın dostunun telkinlerine kulak asmayıp söylediklerinden geri adım atmaz, hatta işi iyice abartıp halk temsilcilerinide aşağılamaya devam eder. Bunun sonucu olarak Coriolanus'un göreve atanması bir kenara, birde üzerine Roma'dan sürgün edilir. Bu sürgün şehirde soylular ile halkın arasına açıp, bir kaosa neden olur. Belli bir zaman ortalıkda gözükmeyen Coriolanus en büyük düşmanı olan Ofilius'un kapısına dayanır. Hayatını Ofilius'un ellerine bırakan kahramanımız beklemediği bir şekilde saygı görür. Bu iki büyük düşman artık aynı safdadır ve düşmanları ortaktır. Bu düşman Roma'dır.
Oyunumuz gayet kalabalık bir oyuncu kadrosuyla sahnelenmesinin yanında savaş kareografileri ve ufakda olsa müzik ile süslenmiş. Oyuncularında mükemmel performansını düşünürseniz eğer ortaya mükemmel bir oyun çıkmış. İzlemenizi önerip yazımı sonlandırıyorum.

İyi eğlenceler...

Yazan : WILLIAM SHAKESPEARE
Çeviren : ALI TAYGUN
Yöneten : ŞÜKRÜ TÜREN
Dramaturgi : HATICE YURTDURU
Kareografi : EFTAL GÜLBUDAK
Müzik : DENIZ NOYAN
Sahne Tasarımı : RıFKı DEMİRELLİ
Işık Tasarımı : F.KEMAL YİĞİTCAN
Kostüm Tasarımı : ZUHAL SOY
Efekt : ERSIN AŞAR
Yönetmen Yardımcısı : ÜMRAN İNCEOĞLU, CANER BİLGİNER, C.AHHAN ŞENER, NURSELİ TIRIŞKAN

OYUNCULAR
ASRIN GURUR KUYUCAK, BORA SEÇKIN, BURCU ÇOBAN, CANER BILGINER, CEMAL AHHAN ŞENER, DOĞAN ALTINEL, ECE YILDIZ, ERSIN UMULU, GÖKSEL ARSLAN, HAKAN GÜNER , HALE AKINLI, HÜSEYIN KÖROĞLU, HÜSNÜ DEMİRALAY, MEVLÜT DEMIRYAY, NİHAT ALPTEKİ, OĞUZBOY VEDAT ŞAHIN, OKAN PATIRER, ORHAN HIZLI, ÖZGÜR EFE ÖZYEŞİLPINAR, PINAR AYGÜN, SELÇUK SOĞUKÇAY , SIBEL TOPALOĞLU, TANKUT YILDIZ

Bir yıldızmı doğuyor ne?


Tiyatroyu ne kadar sevdiğimi yazılarımı biraz takip ediyorsanız anlamışsınızdır. Hep imrenmişimdir tiyatro oyuncularına, emeklerine, azimlerine, soğukkanlılıklarına, özgüvenlerine. O koltuklarda otururken bazen oyuna kaptırmış kendimi farklı dünyalarda bulmuşumdur, bazen oyuncuların yeteneklerini ağzım açık izlemiş, sonunda ellerim kızarınca kadar kadar karşılıklarını vermişimdir. Bugün ise koltuklarda oturmak yerine onlardan biri olmak için tek bir oyun sahnelecek olsa bile çabalıyorum. Uzun sayılabilecek bir süredir çalıştığım firmanın insan kaynakları bir tiyatro kulübü kurmaya karar verdi. Aslına bakarsanız bugüne kadar ne yaptıklarından bile haberim olmayan bu departmanın böyle bir işe kalkışması beni şaşırttı. Kimin aklından çıktıysa aklına sağlık. Sonunda bir işe yaradılar. Bende bu fırsatı kaçırmadım. Yaklaşık bir ay önce bir eğitmen eşliğinde eğitimlere başladık. Yavaş yavaş birşeyler öğrenmeye, birşeyler yapmaya çalışıyoruz. Hani öyle başlıkdaki gibi ilerisi için bir iddam yok, sadece bu işten zevk almak, insanların önünde böyle bir işe girişerek özgüvenimi kazanmak peşindeyim. Fazla mütevazi davrandığıma bakmayın, bende meğersem ne cevherler varmışda benim haberim yokmuş demeden de geçmicem. Biraz şımaralım, diimi? Belkide bakarsınız beyaz perde yeni bir yetenek kazanır. :) Benim Al abiden neyim eksik! Yetenekliyiz vesselam... Daha yeni başladığımız için haftada tek ders ile ağır adımlarla ilerliyoruz. İleride roller dağıtılmaya, ezberler, provalar başladığında haftada 3-4 güne kadar çıkacak olan zor bir dönem başlayacak. Bizim sempatik eğitmen arkadaşın aklında Türk tiyatrosunun ustalarından birinin eğlenceli bir oyunu var. Sanırım bu oyunu sadece şirket içinde değil yardım kuruluşları için bile oynama durumumuz varmış diye bir söylenti dolaşıyor içeride. Umarım olurda bir taşla iki kuş avlamış olur, kendimiz dışında başkalarınada iyiliğimiz dokunur. Bakalım nasıl olacak?
Allah yüzümüzü kara çıkartmasın...

Roman Holiday [1953]



Her seferinde söylüyorum; “ben bu siyah-beyaz filmleri seviyorum”. Geçmişin insan üzerine çevrilen filmleri bir kenara bugünün sinema adı altında beyaz perdeye aktarılan saçmalıkları bir tarafa.
İşte bunlardan bir tanesi daha “Roman Holiday”. 1953 Yapımı olan filmde Gregory Peck Joe Bradley isimli bir gazeteci olarak karışımıza çıkarken, Audrey Hepburn ise Princess Ann rolüyle gözümüzü kamaştırıyor. Neden kamaştırıyor dediğimi filmin başında Hepburn'ü o princess kıyafeti içinde gördüğünüzde anlayıp, bana hak vereceksiniz. Bir kadın bu kadarmı çekici, etkileyici gözükür. Filmin başka bir karakteri ise Eddie Albert'in oynadığı Irving Radovich. Irving, Joe Bradley'in yakın arkadaşı ve haberin ajansının fotoğrafçısı. Bana Albert'i görmek yakın zamanda kaybettiğimiz Patrick Swayze'i hatırlattı. Sima olarak benzerlikler taşıyorlar. Bi ara “acaba o mu diye” tereddüt ettirse de “yok canım daha neler” diyerekden yüzümde gülücükler oluşmasına neden oldu. Filmin tamamının Roma'da çekildiğini bir not olarak eklemeden konuya geçmeyelim.
Eğlenceli bir film olan Roman Holiday Princess Ann'ın ülke ziyaretleri esnasında Roma'ya uğramasıyla başlıyor. Ann artık bu diplomasiden, yapmacık tavırlardan sıkılmış, diğer sıradan insanlar arasında olmak, gönlünce yaşamak istiyor ve bu nedenle bazı günler stresin verdiği etkiyle sinir krizleri geçiriyor. İşte bu günlerden birinde rahatlaması için doktor tarafından sakinleştirici yapılıp, odasında dinlenmeye bırakılır. Aklına isteklerini yerine getirmeyi koyan Ann Colosseum'dan kaçar. Şehirde biraz dolaştıkdan sonra ilacında etkisiyle bir bankda yarı uykulu halde Bradley'in karşısına çıkar. Ortalık halde bu tür davranışların yasak olduğu Roma'da Bradley bu bayanı yalnız bırakıp polis ile muhattap olmaması için bir taksi çevirir. İlk önce Bradley kendi evine gider, taksiciyede kızı evine bırakmasını ister ama düşündüğü taksicinin bu teklifi red etmesiyle boşa çıkar. Mecburiyetden kızı kendi evinde misafir etmek zorunda kalır. Bu sıralarda Prenses'den sorumlu görevlilerin kaçışı farketmeleri uzun sürmez ve prenses'in bütün randevuları iptal edilerek, ajanslara hasta olduğu bilgisi verilir. Sabah Prenses'le randevusu olan Bradley uykudan uyanamayınca bu randevuya geç kalır, ilk önce ajansa giden Bradley amirine bir yalan uydurma çabasındayken yalanlarının ortaya çıkarılıp, gazetenin gözüne sokulmasıyla bir anda şoka uğrar. Çünkü dün gece evinde ağırladığı kişi prenses'dir. Bu durumdan iyi para kazanacağını düşenen Bradley amiriyle prenses ile yapacağı bir röpörtaj için anlaşır. Artık yapması gereken evinde yatan kıza sıradan bir kişi gibi davanmak, mesleğini saklamak ve arkadaşı Irving'i ayarlayıp fotoğraflarını çektirmek olacaktır. Ann ise tanınmadığını düşünerekden kendini bir okul öğrencisi olduğu yalanını ortaya atar. Bu saatten sonra bir yalan oyunu içerisinde eğlenceli bir film başlar. Hepburn'ü filmde izlerken aklıma nedendir bilmem Belgin Doruk geldi. Bize de böyle arada bir gelip gidiyorlar nedense? Hernseyse, bu güzel filmi izlemenizi önerip, yazımı sonlandırıyorum.

Hadi sağlıcakla kalın...

Açlık Oyunları - Suzanne Collins



Yakın zamanda bitirmiş olduğum Suzanne Collins'in “Açlık Oyunları” isimli kitabı tanıtmaya çalışacağım. Bu kitap yazarın ilk okuduğum eseri olmasıylada benim için biraz daha önem taşıyor. Kitabı okurken aslında konu olarak pek yabancılık çekmeyeceğiz. Sinema perdelerinde de buna benzer konular birçok sefer karşımıza çıktı. Ama bazı bariz farklılıklarda bulunmuyor değil, özellikle yaratılan dünya açısından. Bir dünya düşünün ki -Capitol- üst teknolojilerin kullanıldığı, yüksek yaşam şartlarının bulunduğu, etrafı dik dağlarla çevrili, tek bir girişi bulunan bir şehir. Bu şehrin dışında bunlara hizmet eden, ihtiyaçlarını gideren “mıntıka” tabir edilen 13 yerleşim alanı. Mıntıkaların hizmet durumu coğrafi ortama, kaynaklara bağlı olarak değişim gösteriyor. Yani bir tarafda zenginler, bir tarafda işçiler. Gün geliyor işçiler ayaklanma çıkartıyor, bu ayaklanmada isyancılar Capitol tarafından bastırılıp öldürülüyor. Bu isyanın kaynağı olarak gösterilen 13. mıntıka ibret olarak yok ediliyor. O günden sonra bu mıntıkaların bir daha isyan çıkartmaması ve o günleri hatırlamaları için her sene olmak üzere mıtınkalarda 11 ile 16-17 yaşların ki çocuklar kura yardımıyla seçilerek büyük bir gösteri eşliğinde açlık oyunları adı altında ölümüne savaştırılıyorlar. Sona kalıp kazanan çocuğun ailesine ve kendisine ömür boyu sürecek iyi bir yaşam vaad ediliyor. Yazının başında bahsetmiş olduğum benzerlik bu ölümüne savaş ile defalarca ekranlara yansıtıldı. Hatta hatırladığım kadarıyla bu ölümüne savaşda çocukları kullanmayı bir uzakdoğu filminde de görmüşdüm.
Kitabımızın ana karakteri 12. mıntıkadan bir kız olan Katniss. Katniss'in diğer çocuklardan farkı çekilen kurada çıkan kız kardeşi yerine katılması. Yani bu ölümcül oyuna zoraki olarak gönüllü oluyor. Karakteri biraz daha tanımaya çalışalım. Katniss 12. mıntıkada yaşayan bir kız çocuğu. Yakın zaman içerisinde babasını kömür ocağında ki patlamada kaybetmiş. Annesi, kız kardeşi ve kız kardeşinin çirkin kedisiyle beraber yaşıyor ve ailesinin bütün ihtiyaçlarını karşılamak için hayatla mücadele ediyor. 12. Mıntıkanın geçim kaynağı kömür ocakları, bir kız çocuğun kömür madeninde çalışması düşünülemeyeceği için ailesinin ihtiyaçlarını farklı yollardan sağlıyor. Mıntıkaları sınırlayan tel örgülerin dışına çıkmak yasak olmasına rağmen arkadaşı Gale ile beraber ormana çıkıp ok-yay ile hayvan avlıyorlar ve bunlar mıntıkada değiş tokuş yaparak ihtiyaçlarını gideriyorlar. Tabiki vali olsun, muhafızlar olsun buna göz yumuyorlar.

Kitabın yardımcı erkek oyuncu rolünde ise yine aynı mıntıkadan fırıncının oğlu Peeta. Peete ile Katniss'in ilişkisi çok daha eskiye dayanıyor. Aralarında ki ilişki sadece aynı mıntıkada olmalarından öte geçmişe dayanan bir minnettarlık. Peete aile mesleği nedeniyle ağır işlere alışkın olduğundan dolayı güçlü kuvvetli bir delikanlı.

Ne demiştik? Evet. Katniss kardeşinin yerine oyunlara zoraki gönüllü olarak katılıyor ve ailesini arkadaşı Gale'e emanet ediyor. Capitol'e trenle yolculuk esnasında iki karakter Katniss ve Peete'e eşlik ediyor. Bu iki karakter sadece bu tren yolculuğunda değil kitap boyunca ana karakterlerimize hem eşlik edecekler hemde büyük yardımları dokunacak. Bunlardan birisi Haymitch. Haymitch 12. mıntıkadan bu oyunları kazanan sonuncu kişi ve sanırım tek kişi. Gayet zeki birisi olmasına rağmen bir alkolik. Oyunların başka bir kuralı seçilen oyunculara koçluk yapan kişilerin aynı mıntıkadan oyunu kazanmış kişiler olmaları. Düşününce her yıl sorumlu olduğu çocukların ölümünü görmesi bir insanı nasıl bir duruma sokar. Böyle bir durumda Hatmich'in de alkolik olması pek yadırganmamalı. Diğer bir karakter ise Effie. Effie mıntıkanın oyunlardan sorumlusu bir bayan. Konuya dönersek eğer tren yolculuğunun bitimiyle çocuklar odalarına yerleştiriliyorlar. Birileri için bu ölüm-yaşam savaşının bir oyun olduğunu düşünürsek eğer bunu en gösterişli halde sunulması gerekiyor. Bunun içinde çocuklara birer hizmetçi ve modelist atanıyor. Bu modelistler çocukların halkına önüne çıkmadan önceki kıyafetlerini, makyajlarını vs işleri ayarlıyorlar. Halkın önünde bir yürüyüş gösterisinin devamında ise çocuklar canlı yayında tevelere tek tek çıkartılıp röportajlar yapılıyor. Bu gösteriş faslı bittikden sonra oyunların daha iyi bir hal alması için çocuklara savaş eğitimleri veriliyor ve oyunların başlama günü geliyor. Kitabın bu kısmına kadar stratejik planlardan söz etmeyip, bazı önemli noktaları es geçeceğim ki kitabın tadı kaçmasın.

Kitabı aldığımda bunun tek bir eser olduğunu düşünüyordum ki okudukça yazar tarafından bir seri olduğunu anlamam uzun sürmedi. Bugünlerde serinin 2. kitabı olan “Ateşi yakalamak” raflardaki yerini aldı. Kitabı tek bir eser olarak ele almak istersek eğer çok üst düzey bir kitap değil, seri olarak düşündüğümüzde ise bir giriş kitabı için ise yeterli seviyede. Aksiyon, zeka, duygusallık yüklü bir kitap. Kitabı oyunlar üzerinden düşündüğümde pek heyecanlı geldiğini söyleyemem ama yaratılan dünya ve bu dünya üzerinde yaşanacak olayları hayal ettiğimde serinin diğer kitapları bende heyecan uyandırıyor. Umarım bu heyecanım diğer kitaplarda dahada artar.
Sonuç olarak okunması gereken bir kitap, iyi eğlenceler...

Beşiktaş JK: 88 Türk Telekom: 69

Güzel maç oldu, bizim için. Daha ilk çeyrekde ağırlığımızı koyduğumuz maçda 3. peryod bittiğinde 30 sayı civarında bir farka ulaşmıştık. 4. Peryodda ise daha yedek ağırlıklı bir kadro ile sahadaydık. Rakibin hiç bir varlık gösteremediği maçı rahat bir şekilde kazandık.
Salon ise diğer maçlara oranla daha bir doluydu.

Çocukların gözlerinden öperim, yüreğinize sağlık!





Çampıyıns pankart ligi

Kısa ve öz olarak uzatmadan kapalının altındaki alanı kapatan Beşiktaş sevgisiyle alakası olmayan grup, semt adlarının bulunduğu 6-7 tane pankart neyin nesidir? Karagümrüklülerden, gümüşsuculara herkes orada. O pankartlar orada asılı olunca ne oluyor? Cidden merak ettim, maç esnasında gözüm takıldı durdu. Garipsedim! Ne bir konudan, ne bir aşkdan, ne de başka birşeyden bahsediyor. Hani böyle bir pankart ligi varda bizim mi haberimiz yok. Neyin reklamını yapıyorsunuz?

Nerden çıktı şimdi bu da demeyin, takıldı işte gözümüze...
Millet maçtan birşeyler yazar bizde böyle abzürt şeylere takılıyoruz.

Akıl akıl gel bir yerime takıl


Aklın yolu birmiş diyesim geliyor ama Denizli'nin aklı bizim anlayacağımız şekilde çalışmadığı kesin. Bugün ilk 11'de doğru yerlerinde oynatılan beş oyuncuyu sahada görmek güzeldi. Sezon başında Fink transferi için vizyonsuzluk demiştim bugün içinde aynısını dile getiriyorum. Ama şu bir gerçektir ki züper lig için kadroda bu mevki için en uygun isim de Fink'dir. Geçen sene Cisse-Enrst ikilisini bulana kadar emdiğimizi burnumuzdan getiren Denizli umarım akıllanmıştır da bu ikiliyi bozmaz. Umarım diyorum çünkü rotasyon adı altında insanları salak yerine koyup, takımın bünyesine tecavüz edip, bizleri kanser ederek fitboldan soğutmasına yeter artık. Bu haftanın başka bir güzelliği ise İsmail'in oynamasıydı. Bu çocuk bugün kötü olsada ileride çok daha iyi olacaktır. Yeter ki oynatılsın. Buradan kötü oynadığı anlamı çıkartmayınız, beğendim, çok da iyi oynadı. Kötü oynasaydı mesela diyorum. Üzerinde durulması gereken bir oyuncu.


Oynanan fibol açısından bakıldığında diğer maçlara nazaran çok daha iyi bir görüntü sergilendi. Bunun en büyük etken Ernst-Fink ikilisinin ortasahayı iyi parsellemesiydi. Orayı geçen toplar ise Ferrari-Sivok tarafından toplanınca oyuna hükmeden bir Beşiktaş ortaya çıktı. Defansif olarak iyi bir Beşiktaş olsada sahada hücum anlamında sol tarafda İsmail dışında kanatları kullanamadık. Toraman'ın azmini, mücadelesini ayakta alkışlıyorum ama bence sağbek mevkiinde ilk seçenek kesinlikle olamaz. Benim ilk tercihim Ekrem'dir.

Tello içinde bir çift söz söylemek isterim. Tello'nun kariyeri, mevkii belli olmasına rağmen bugün oyun kurucu yaratma çabaları sayesinde var olan potansiyelinede tecavüz ediliyor. Aferin! İki gün sonra taraftar bunu nereden aldınız demeye, bizim işimize yaramaz denmeye başlanacak. Bir sistem, bir td oyuncuyu vezirde eder rezilde. Buna en güzel örnek Tigana'nın Serdar seçimi ile Ertuğrul'un Serdar seçimi en güzel örnektir. Bugün ise Denizli'nin Tello ve Bobo seçimleri buna en güzel örnektir.

Benim asıl merak ettiğim devre arasına altı hafta kaldı. Bu devre arasında Delgado'nun gelmesiyle kimin kadrodan gönderileceği, gözüken Fink gibi duruyor ama gönderilirse orası nasıl kapatılır bilmiyorum. Çünkü Uğur bu bölgede Fink'in yaptığı işi kesinlikle yapamadığı ortada. Gözüken bizi çok heyecanlı bir devre arası bekliyor.

Bugün Aydın'ı görmek beni ne kadar mutlu etti bilemezsiniz. Böyle bir yeteneği nasıl kaybettik anlamak zor. Oynadığı 20 dakikada başımıza büyük bir bela açacaktı sarı velet. Umarım Hikmet Karaman Aydın'a daha fazla şans verirde hem Türk fitbolu hemde Ankaragücü kazanır.

Bir çift sözde Ankaragücü tribünlerine; adam olun, insan olun! Olamıyorsanız insanların içinde ne işiniz var? Lafımız dün ırkçı tezaüratlar yapanlara...
Kalın sağlıcakla...

Tiyatro - Tarla Kuşuydu Juliet



Size bahsedeceğim bu oyunu kesinlike izleyin diyerek sözlerime başlamak istiyorum. Oyunu hatırladıkça yüzümde tebessümler oluşuyor ki birde salonda bulunduğumuz durumu bir düşünün. "Tarla kuşuydu Juliet" dört kişilik bir oyuncu kadrosuyla sahneleniyor. Bu oyuncular arasında teve ekranlarından tanıdık simalarada rastlıyoruz. Konusu gerçekden ilginç. William Shakespeare'in unutulmaz eseri Romeo Juliet'i bilmeyen yoktur. İşte bu eserin sonunda Rome ve Juliet intihar ederek ölürler. Bu orjinal eser, bizim oyunumuzda ise herşey intihara kadar normal ama onun devamında ki ölüm yok. Yani kahramanlarımız bir şekilde ölümden yırtıyorlar ve evleniyorlar. Mutlu bir son ile biten aşk hikayesi gibi gözüksede yıllar geçtikçe kahramanlarımız birbirinden nefret etmeye, tiksinmeye başlıyorlar. Nedendir bilinmez evliliklerinin üzerinden 29 yıl 8 ay geçmesine bir kız çocukları olmasına -kız çocukda ne çirkindi- rağmen boşanmıyorlar. İşte bu oyun saatleri içersinde yavaş yavaş boşanma düşünceleri oluşmaya başlıyor. Dediğimiz gibi birbirinden nefret eden bu iki çift her kavga ettiğinde ise mezarında bir sağa bir sola vantilatör gibi dönen William Shakespeare yattığı yerden kalkıp bazen fırından bazen dolapdan çıkarak oyuna dahil oluyor. Bu ana dört karakter haricinde Juliet'in dadısı ve birde peder bulunmakta ki bunlarıda Ayşe Özlem Türkad ile Engin Alkan canlandırıyor. Unutmadan belirtmek isterim ki oyunumuz müzikal. Bu oyunun artı başka yönü şarkıları -her müzikaldeki gibi- oyuncuların seslendirmesi ama işin daha güzel tarafı müzik aletlerinide bu arkadaşların dillendirmesi. Bazı sahnelerde ise seyirciler oyuna dahil alabiliyor ki bu da seyirci için ayrı bir zevk. Not olarak düşmekde yarar var bazı izleyiciler için kullanılan argo kelimeler hoş olmayabilir. Yazımı bitirmeden William Shakespeare'i canlandıran arkadaşın diksiyonunu ve oyunculuğunu çok beğendimi söylemeden geçemeyeceğim.

Yazının başında dediğim gibi gidin görün, eğlenin ve bana dua edin. :)



Yazan : EPHRAİM KİSHON
Yöneten : ENGİN ALKAN
Çeviren : HALE KUNTAY
Oynayanlar : AYŞE ÖZLEM TÜRKAD , ÇAĞLAR ÇORUMLU , ENGİN ALKAN , MURAT BAVLI
Sahne Tasarımı : GAMZE KUŞ
Kostüm Tasarımı : DUYGU TÜRKEKUL
Işık Tasarımı : MURAT İŞÇİ
Müzik Yönetmeni :
Yönetmen Yardımcısı : DOĞAN ŞİRİN-MELİSA DEMİRHAN
Müzik (özgün) : POLDİ SCHATZMANN
Kareograf : SENEM OLUZ
Dramaturg : SİNEM ÖZLEK
Efekt Tasarım : YUSUF TUNCER
Müzik : MURAT BAVLİ
Orkestra :
Yardımcı Yönetmen : HASİBE EREN

Mevsim gribi boyun devrilsin

Dün boğazımda aniden çıkan ağrının nedenini fazla sigara içmeye bağlamıştım ki bugün öğlen saatlerinde ne kadar yanıldığımı anladım. Meğersem yılda bir yaşadığım girip sorunu yeniden başıma bela olmuş. Eeee bir haftadır bizim kattakiler hastayken benim aklım bir taraflara kaçtığı için ne olur diye düşünmemiştim, bugün içimde patladı işte. Oh olsun sana! Normalde bünyem sağlamdır. Bağışlık sistemimin bu kadar sağlam olmasına rağmen kalkanlar delindiği zaman bizim kale yerle bir oluyor. Her ne kadar doktoru ve ilacı sevmesemde bu sefer bir şekilde ileride ki oluşacak durumumu düşünerek öğlen saatlerinde şirketin doktoruna gözüktüm. Kapıdan girip "doktor bey mevsim gribine yakalandım" dediğimde elimi sıktı. Ben hoşgeldin demek için sıktığını düşünürken meğersem onun derdi başkaymış. Bugünlerde tevedeki haberlerin bir kısmını kaplayan domuz gribi vakası peşlerini bırakmıyormuş, her gelen "domuz giribimiyim? diye sorun duruyormuş. Adam artık bezmiş sizin anlayacağınız. Bende tabi doğru bir tabirle derdimi anlatınca gözleri doldu doktorcuğumun. Herneyse, verdi birkaç ilaç gönderdi. Şimdi salya sümük, bir taraftan hapşırma, diğer taraftan burun tarafında ki kızarıklıkların yanısıra göğüs ağrısıda cabası. Yine yerle birim ama bu sefer erken müdahele sonucu fazla sürünmeyeceğim. Aman dikkat diyorum kendinizi iyi kollayın, yoksa bu mevsim giribin hiç mi hiç şakası yok. "Delikanlıyım ben, birşey olmaz diyip" salarsanız kendinizi sevgiliden yeni ayrılmış yeni yetmelerin salya sümük ağlaması gibi gözleriniz dolar, burnunuz akar haberiniz ola.

Umut

Dün oynanan CL maçı aslında öncekilerden farksız değildi. Analiz edilecek birşeyde yok zaten. Denebilecek tek olumlu şey; yüksek kondisyonun yanında mücadele. Tek yapabildiğimizde bu zaten. Birçok yazı okudum, insanlar bu sonuçtan sonra umutlu gözüküyor. Felaket tellallığı yapmak istemem ama bu umutlar bir sonraki maç yerini karamsarlığa bırakacak. Çünkü oynadığımız oyunun adı futbol filan değil. Bunun başlıca nedeni geçen seneden beridir ısrarlar tekrarladığım "futbol cahili" Mustafa Denizli'dir. Kendisi yine sağa sola umut pompalıyor olsada durumum vahimiyetinin kendiside farkında sanırım. Veya değil. Herneyse, bu grupta bizim için gözüken en iyi sonuç CSKA'yı altımaza alabileceğimizdir ki bunun dışında da birşey beklemiyorum.
Umarım bu başarısız sonuçlar Mustafa Denizli ile Demirören'in gidişine neden olur. Ne demişler "her şerde bir hayır vardır".

Mustafa Denizli'den bir alıntıyla yazımızı bitirelim.

“Benimle ilgili kimin ne düşündüğü çok önemli değil. Benim için önemli olan, kulübümün bana verdiği görevi yerin getirmek. CSKA maçı benim kariyerimde artılar veya eksiler oluşturmayacaktır. Ben 20 yıldır Türk futboluna damga vuran bir isimim. CSKA maçı benim kariyerimle ilgili bir sonuç doğuramaz”

Sevdalım Hayat - Zülfü Livaneli


Son zamanlarda Vodafon'a verdiği Ey Özgürlük isimli şarkıdan dolayı yerden yere vurulan Zülfü Livaneli'nin kendi kalemiyle kendi biyografisini yazdığı bir kitap olan Sevdalım Hayat isimli eseri tanıtmaya çalışacağım. Bu tür bir kitapın ne kadar edebi tarafı olur bilmiyorum ama yıllarını sanata vermiş bir insanın yaşadıklarını merak edenler olabilir. Aslına bakarsanız çok fazla biyografi içerikli kitaplar okuyan biri olmasam da istisnalar her zaman olur.
Zülfü Livaneli çocukluk yaşamından, sanat hayatına, siyasi çizgisine, dostlarına, ailesinin geçmişine kadar birçok bilgiyi bu kitapda toplamış. Bölüm başlarınada kendi yazdığı ufak şiirler ekleyerek kitabı renklendirmeye çalışmış. Tabiki bu kitabı okurken aklınızda neler kalır bilemiyorum. Sonuçda bir biyografi. Benim kitapdan aklımda kalan daha çok siyasi kimliğinden, yaptığı müzikden dolayı yaşadıklarıydı. Özellikle 68 sonları ile 70'lerin başlarında dostlarının, kendisinin, ailesinin ve sosyalist görüşlü insanların yaşadıkları baskıları yansıtmaya çalışmış ama bunu yaparken bana farklı bir izlenim verdi. Bahsi geçen yıllarda birçok kişi fiziksel işkenceden geçerken Livaneli'nin aile geçmişinden dolayı bunlara maruz kalmamış olması, sanırım onu bu noktada diğer insanlardan biraz ayrı tutuyor. Fiziksel bir baskı yememiş olsa da siyasi kimliğinden dolayı birçok aydın gibi psikolojik bir baskıdan geçmiş olduğunu söylemeyi unutmayalım. Kendi adıma böyle bir insanın memleketim Artvin'den çıkmış olması beni gururlandırıyor.
Benim için önemli olan başka bir nokta ise Türk-Yunan dostluğu için yapmış olduğu çalışmalar, konserler. O zamanlarda böyle bir işe girişebilmek biraz yürek işi. Ülkemizde vatan, din kavramları her seferinde bir istismar, koz olarak kullandığı düşünürülürse eğer böyle bir işe girişmiş olmakla o zamanlarda ki cuntacıların basın üzerinden yaptıkları karalama kampanyalarını düşünebiliyormusunuz?
Sayın Livaneli ılımlı bir sosyalist modeli çiziyor. Çok sert siyasi çizgileri bulunmamakla beraber gerilla modeline karşı bir tavır takındığı, herşeyin saygı, sevgi çerçevesinde yürütülmesi gerektiğine inanan bir sanatçı. Gerçek bir sanatçı. Bu siyasi görüş modeli nedeniyle ortak noktalarımız fazlasıyla mevcut.


Fazla lafı uzatmadan dediğim gibi bir biyografi olan bu kitapda Livaneli ile ilgili birçok bilgiye kendi kaleminden ulaşabileceksiniz. Hayranı olanlar merak edenler için iyi bir kitap.

Kitaplı günler.

Amatör Ruh

Geçen sene futbol dışındaki diğer branşlarda yaşanan maddi sıkıntılara rağmen azim, kazanma hırsı, centilmenlik bu senede devam ediyor. Öyle yok bu fark olsa öyle olur böyle olur, bunu yaptık şunu yaptık diye de birşey yazmayacağım. Bana bu yürekli insanların ne olumsuzluk olursa olsun sonuna kadar mücadele eden amatör ruhununu alkışlamak düşer.

Yüreğinize sağlık...



Tiyatro - Gizli Oturum



Dört gözle beklediğim şehir tiyatroları sezonu açtı ve bende ilk oyunuma gittim. Bu kadar zaman tiyatrosuz kalmam ciddi anlamda bende bir boşluk yaratıyor. Diyebilirsiniz ki;"özel tiyatrolar var gitsene". Tabiki gitmek isterim ama biraz tuzlu geliyor bütçeme, ama bu tam anlamıyla bahane sayılmaz biliyorum. Herneyse, bu haftasonu gitmiş olduğum Gizli Oturum isimli oyun hakkında sizi bilgilendirmek istiyorum.
Oyun iki perdede oluşmakta ve dört oyuncu tarafından sahnelenmek de. Konusu gerçekden ilginç. Cehennemde üç insan bir odaya koyulur. Cehennem derken öyle bildiğiniz cehennem değil, farklı odalardan oluşan bir yapı. Öyle odun, ateş, kazık gibi bir olay yok. Gayet sade bir cehennem burası, anlayacağınız gibi cezalarda öyle "yan bakayım" gibisinden değil. İşlenen olgu "insan insanın cehennemidir" şeklinde. Şehir tiyatrolarının sitesinde daha farklı anlatılmış ama burada önemli olan seyircinin ne anladığı değil mi? Bende bunu anladım. Oyunda Garcin, Etselle, Ines ve bunları buraya getiren başka bir karakter bulunmak da. Şu ismini yazamadığım karakter sanırım bir zebani. Ama gayet grantualet giyinen bir zebani. Şimdi burada yazan grantualet yazan kelimenin nasıl yazıldığını bilmediğimden bir çekincede kalmadım desem yalan olur. Ya grantualet'dir. Ya da grant tuvalet. Artık cahilliğime bağışlayın.
Biraz da karakterlerden bahsedelim. Gazeteci olan Garcin kendini bir kahraman olarak görmesine rağmen tam aksine korkak mı korkak, eşine eziyet etmeyi, aldatmayı kendinde hak gören bu rağmen eşi tarafından hep sadık kalınmış karaktersiz mi karaktersiz bir tip.
Etselle genç yaşta fakirlikden kurtulmak için kendinden haddince büyük biriyle evlenmiş güzel mi güzel ama bunun yanısıra eşini aldatmayı kendinde hak görmüş hatta bu sadakatsizlikden olucak çocuğu elleriyle öldürüp, sevgilisinin intiharına sebep olmuş bir kadın.
Ines ise diğerlerinden biraz farklı bir karakter, sanki bir lezbien hissi uyandırıyor insanda. Erkeklerden nefret eden onların duygularıyla oynamayı seven, ölümüne neden olabilecek kadar duygusuz bir kadın.
Bu üç karakter oyunun başlarında ne kadar kendilerini farklı gösterme çabalarında olsalarda ilerki dakikalarda artık kendileyle yüzleşme başlıyorlar ve yaptıklarını ortaya döküyorlar. Oyuncuların performansları her zaman ki gibi çok iyi, ama oyun için pek eğlenceli olduğunu söyleyemem. Gerçekden çok ağır bir oyun, farklı düşüncelerle gidecek olan kişiler için biraz sıkıcı olabilir. Ama benim gibi ben oyunuda, oyuncuyuda severim diyorsanız tabiki gidin.


Yazan : JEAN PAUL SARTRE
Yöneten : ERGÜN IŞILDAR
Çeviren : OKTAY AKBAL
Oynayanlar : ECE OKAY IŞILDAR , ELİF ÖZGE ÖNGEL , EMRE NARCI , ERGÜN IŞILDAR , OSMAN GİDİŞOĞLU
Sahne Tasarımı : ERGUN IŞILDAR
Kostüm Tasarımı : GAMZE KUŞ
Işık Tasarımı : ÖZCAN ÇELİK
Müzik Yönetmeni :
Yönetmen Yardımcısı : REYHAN KARASU-HANİFE SER

İnsanlık Kasırgalardan Daha Güçlüdür



Geçen pazar gün Bostancı gösteri merkezi'nde Küba Dostluk Derneği, Nazım Hikmet Kültür Merkezi, Yön Radyo ve birçok kişinin emeğiyle Küba'da yaşanan doğal afet de ki zararların bir nebze giderilmesi, yanlarında olduğumuzu göstermek için bir yardım konseri düzenlendi. Bu etkinliğe bazıları yardım için bazıları ise müzik dinlemek için gelmiş olsalarda sonuç da bir şekilde yardım edilmiş oldu. Yakın zaman içinde yaşanan kasırga ve onun getirmiş olduğu sel ile yedi kişi hayatını kaybetti. Bunun yanısıra büyük bir maddi hasar. Böyle bir felaketi yakın zaman içinde yaşayan bizler durumun ne kadar acı verici olduğunu biliyoruz. Küba'da ki sosyalist kardeşlerimizin böyle zamanlarda yanlarında olmak kendi adıma benim için mutluluk verici bir olay diyip konserden birkaç ayrıntıları yazmak istiyorum.

Konser başlamadan önce sahneye Küba Dostluk Derneği adına -şimdi ismini hatılamıyorum- bir beyefendi ve Küba büyükelçisi çıkıp günün anlamı hakkıda konuşmalar yaptılar. Ayrıca Küba'da yaşanan felaketin görüntüleri 10 dk.bir sununla izleyicilere aktarıldı. Sanırım bu ayrıntılar sadece müzik için orada olan insanları biraz sıkmış olabilir. Olsun, daha sonra beklediklerine değdi sanırım. Sahneye ilk çıkan Şevaval Sam'dı. Sahnede kıpır kıpır, şivesiyle ayrı bir tad katan Şavval Sam, Tekirdağ'dan Bursa'ya İstanbul'a derken Karadeniz'e kadar birçok ilden bölgeden türküler seslendirdi. Gelevere deresi'ni seslendiriken yaşadığım boşluğu, üzüntüyü ise anlatamam. Müziğiyle, kendisiyle geç tanıştığım Kazım Koyuncu'dan dinlemeye alıştığım bu parçayı o olmadan dinlemek ne kadar üzücü bilemezsiniz. Toprağın bol olsun karadenizin asi çocuğu.

Bir sonra ki sanatçılar ise Şevval Sam'den daha iyiydi. Sahneyi bu sefer Erkan Oğur ile İsmail Hakkı Demircioğlu aldı ki o zaman türküler dahada anlam kazandı. Bağlamaları ile öyle bir müzik zevki yaşattılar ki öylece kalakaldım. Arada yaptıkları espiriler, laf sokmaların yanısıra Erkan Oğur'un “dillerini anlamıyoruz, ama yardımın dili olmaz” cümlesi gecenin en anlamlı sözlerinden biriydi.
Son olarak Gündoğarken sahne aldı. Ama yaptıkları müziğin bize hitap etmemesinden dolayı ikinci şarkıda salondan çıktık. Sonuç olarak burada emeği geçen herkese teşekkürü borç bilirim. Elinize, kolunuza, yüreğinize sağlık...

Saygılar

Sesleniş - Uğur Mumcu



Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık.
Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mum ışığında bitirdik kitaplarımızı.
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya.
Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı.
İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez.
İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık.
Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık.
Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu.
Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı.
Yaşamımızın en güzel yıllarını birer taze çiçek gibi verdik topluma.
Bizleri yok etmek istediler hep.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Fidan gibi genç kızlardık.
Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden.
Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik.
Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla.
Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi,taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi.
Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...

Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti.
Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha.
Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı
gibi savrulduk.
Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Kanserdik.
Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde.
Uydurma davalarla kapattılar hücrelere.
Hastaydık.
Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki.
Bir buçuk yaşımızdaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık.
Önce, kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine.
Sonra da, otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Giresun’daki yoksul köylüler, sizin için öldük.
Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük.
Doğu’da ki topraksız köylüler, sizin için öldük.
İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük.
Adana’da, paramparça elleriyle ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize.
Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara.
Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler.
Amerikan üsleri kaldırılsın, dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...

Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler.
Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze.
Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız.
Bir kez dinlemediler bizi.
Bir kez anlamak istemediler.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...

Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık.
Bir kadın eline değmemişti ellerimiz.
Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha.
Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına.
Herkes tanıktır ki korkmadık.
İçimiz titremedi hiç.
Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi...

Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar.
Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere.
Öfkelerini bir gün bile, karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde, öldürüldük.
Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...

Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi...
Bir gün sesimiz hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hepbirlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi,
unutma bizi...

Chinatown [1974]



Filmi izlerken aklıma Jack abinin kafasındaki saçlar ilk dikkatimi çekenlerdi. “Aha Jack abi'de bundan 35 yıl önce kel sayılırmış” dedim içimden, sonrada züğürt tesellisi ile kafamda kalan birkaç teli okşadım. Züğürt tesellisi işte, fazla konuyu kılla tüyle geçirmeden filmi tanıtmaya çalışayım. 1974 Yapımı olan Chinatown'un başrolünü Jack Nicholson ile Faye Dunaway paylaşıyor, yönetmen koltuğunda ise Roman Polanski oturuyor. Roman Polanski'nin yönetmen koltuğunun dışında filmede ufak bir role sahip olduğunu eklemeden geçmeyeyim. Jake Nicholson filmde “Gittes” isimli önceden polis olan daha sonra özel dedektiflik yapan bir karakteri canlandırıyor. Gittes'in ofisine bir gün sular idaresinin baş mühendisinin eşi olduğunu söyleyen Evelyn Cross Mulwray- Faye Dunaway- gelir. Kocasının kendisini aldattığını, bunuda araştırması gerektiğini söyleyerek Gittes'ı kiralar. Gittes yaptığı araştırmalardan sonra gerekli delillere ulaşarak gazetelere bu bilgiyi sızdırır. Bu haberin gazetelerde çıkmasından kısa bir süre sonra ofisini başka bir kadın yanında avukatı ile ziyaret eder. Gittes faka basmıştır, çünkü bu kadın gerçekden Evelyn Cross Mulwray'dir. Bu olayı kendine yediremeyen Gittes -okunuşunuda yazalım “gidıs”- kendine oyun oyanayanları bulmak için araştırmaya koyulur. Kendisini kullanmak isteyenlerin izini sürerken başmühendis Hollis I. Mulwray'in öldürülmesiyle olaylar daha da içinden çıkılmaz bir hal alır. Film aile dramı, çıkar ilşkileri, sapkınlık gibi sır dolu konuları ortaya çıkarmaya çalışan bir dedektifin macerasını konu alıyor. Jack Nicholson her zaman ki gibi mükemmel bir oyunculuk çıkartıyor, bunun yanısıra 70'lerin şıklığında Jack Nicholson'ı görmek ise ayrı bir zevk. Boş zamanlarınızı değerlendirmek için gerçekten kaliteli bir yapıt.

İstanbul Şehir Tiyatroları perdelerini açıyor



Ha bugün ha yarın derken sonunda şehir tiyatroları 1 Ekim itibari perdelerini açıyor. Bu senenin oyunlarını aşağıda bulabilirsiniz, hatta yetinmeyip sayfasını da ziyaret edebilirsiniz. Ayrıca yazdığım bu listeye aldanmayın, bazen bu liste dışında da oyunlar sahneleniyor. Arada bir gidin salonları kolaçan edin. Oh beee dünya vamış!

İstanbul Şehir Tiyatroları

* Çıkmaz Sokak
* Lüküs Hayat
* Mecbur Adam
* Tarla Kuşuydu Juliet (M.O)
* Bozuk Düzen
* Gizli Oturum
* Meraklısı için Öyle bir Hikaye
* Onlar Ermiş Muradına
* Balıkesir Muhasebecisi
* Bekleme Salonu
* İnek
* Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz (M.O)
* Hizmetçiler
* Deri Ceket
* Maskeliler
* Kafes
* Coriolans

Adım adım

Bugün gelinen başarısızlığı sadece oynanan 3-5 maça bağlamak hata olur. Sorunlar ufak ufak toparlanarak büyüdü ve bugüne gelindi. Belki başınızı ağırtıcam ama elimden geldiğince bir iki yazayım istiyorum.

* Geçen sene ne kadar şampiyon olunsa da bu başarının içindeki başarızlık iyi analiz edilmedi, planlama yapılmadı. Yönetim açısından böyle bir şey beklemiyordum ama en azından Mustafa Denizli'nin daha aklı başında davranacağını umuyordum, olmadı. Geçen sene oynanan birçok maçı eleştirmiştim. Penche'de de birçok yazımda bunu dile getirmiştim. Sezon bitiminde Mustafa Denizli'nin kalıyorum, gidiyorum söylemleri arasında tatile çıkması bir kaos yaratsa da sözleşme imzalamasıyla duruldu. Ama bu geçen süreç içinde planlama yapılmadığından gerekli transferler ya yapılmadı, ya da son dakikaya bırakılarak hatalar yapıldı. Zaten birer yıllık sözleşme yapılan teknikdirektörle ne kadar başarı yakalanabilir bu da muamma.

* Yapılan yabancı transferleri gerek blogda gerekse dost ortamında devamlı eleştirdim. Elinizde Ernst gibi bir oyuncu varken onun bir alt modelini almanın, şampiyonlar ligi öncesinde züper ligden hayatı boyunca üst seviye futbol oynamamış, belli bir yaşa gelmiş bir oyuncunun bu kadar yüksek bir meblağa alınmasına devamlı karşı çıktım. Elde ki Türkiye ligi şampiyonluğu, şampiyonlar ligi kozları kullanılamadı. Takımı bir üst seviye transferler yerine eldeki oyunculardan farksız oyuncular alındı. Burada bir üst seviye kelimesini özellikle kullanıyorum, demek istediğim yıldız denilen milyon dolarlık oyuncular değil.

* İçeride yeni yapılan sözleşmelerde ki yüksek bedeller muhakkak bir sorun yaratmıştır diye düşünüyorum. Oyuncular arası para politikası iyi yönetilmedi, uçurumlar oluştu.

* Mustafa Denizli'nin 10 maçta bir kadro oturtamaması ise rotasyon ile anlatılabilecek bir olay kesinlikle değil. Bugün takımı say desem üç oyuncudan fazla kimse sayamaz diye düşünüyorum. Bunun yanısıra bazı oyuncular sahada oynatılmadığı yer kalmadı. Bazı oyuncular bugün sahadayken yarın tribünden izlemeye mahkum edildi, küstrüldü, istemeden bitirildi.

* Sahada oynanan hücum anlamında ki kötü futbol iyi analiz edilmedi. Sorun hep santraforların kısırlığına, yetersizliğine indirgendi. Halbu ki elinizde her türlü santrafor bulunmak da. Bunun biraz açalım. Holosko; boş alanları iyi kullanabilen, süratli. Nobre; ileride baskı yapabilen karambolcü. Batuhan; hava toplarına hakim, geçen sezon kiralık gittiği Eskişehir'de iyi bir sezon geçirdi. Nihat; İspanya'da hep ikinci santrafor olarak oynadı, kariyeri ortada. İkinci santrafor olarak kelimesinin altını çizmek lazım. Bobo; gole yönelik en iyi oyuncunuz. Başarılı olduğu dönemler ceza alanı çevresinde ve yanında ikinci bir santrafor ile oynadı. Sol açık olarak değil.

* Sorun ileri uç olarak algılandığından dolayı ortasahada ki kısır, üretimsizlikden kimse bahsetmedi. Bunun yanısıra defansın kanatlarında oynayan oyuncular devamlı değişti. 5 maç sağ kanat görev yapan Erhan aniden tribüne yollandı, bir anda İbrahim oynamaya başladı. Defansın solu çorba oldu. Bir İsmail, bir Üzülmez, bir Ekrem oynadı. Defans bile oturtulamadı. Ben her zaman şunu savunurum, bir oyuncudan o bölgede %100 verim alınıyorsa kalkıpta başka bir bölgeye kaydırarak verimini %70'lere indirmeye neden olmak hem oyuncuyu hemde takımı zor duruma düşürür. Örnek; Ekrem Dağ

* Bazı maçlar taraftarın yüzünü güldürse de bu sadece takımın gerçek yüzünü örtmesinden başka bir şey değil. Bunu biraz daha açayım. Blogda yazdığım bazı yazılarda ortasahanın iyi top yaptığını diğer bir yazıda ise iyi top yapamadığıni dile getirmişdi. Şimdi sizin aklınıza “bu adam da ne kadar tutursız ” demeyin diye biraz yazdıklarımı açıklamak istiyorum. Beşiktaş rakiplere karşı ortasahası değişim gösteriyor. Maçları ve oyunları tektek anlatmaya çalışacağım.
İleri de basan rakiplere karşı Beşiktaş ortasaha da top yapamıyor, bocalıyor. Örnek; barış kupası.
Açık oynayan takımlara karşı ortasahada ki hakimiyeti ele alıyor, iyi işler yapıyor. Örnek; Gaziantep, Galatasaray maçları.
Ortasahada kalabalık olup, kapanan takımlara karşı paslaşma yüzdesi teknik terimle 1 ve 2 bölgede olsada bu sadece göz yanılması. Örnek; Gençlerbirliği, Kayseri.
Ama bu üç değişik ortasaha görüntüsünde de ortak olan 2. bölgeden 3. bölgeye geçişlerde pas yüzdesinin düşmesi, üretkenliğin azalması, oyunun kanatlara açılamaması, dikine toplarla karşı kaleye gidilememesi, şut çekilememesi.
Belki yazdıklarımda eksiklerim olabilir, bu kadar uzun yazmak bana göre değil.

Aşk Olsun Sana Çocuk - Edip Akbayram



Aşk olsun sana çocuk, aşk olsun
Acıyorsam sana anam avradım olsun

Elbette türkiye’de de en uzun koşuysa devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
İlk o fırladı lüverden en sekmez mermisiynen
En hızlısıydı hepimizin,
İlk o göğüsledi ipi...

Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!

Söz: Can Yücel
Müzik: Mazlum Çimen

Çampiyıns lik

Öyle derinlemesine analiz, ince elemek sık dokumak, fazla düşünmek gibi bir derdim yok şu yazıyı yazarken. Yazdım mı yazdım o kadar. Maçdan önce nasıl maç olur deselerdi görüşüm şuydu; mançester geçen sene çampiyıns ligde oynadığı deplasman maçlarında futbolu kendi yara alanında kabul eden, iyi yardımlaşan, iyi yayılan, yüksek pas yüzdesi ile oynayan bir takımdı. Roni solda oynarken Ronaldo tek santrafor olarak öndeydi. Sağdakini hatırlamıyorum, zaten ne önemi var ki? Bu sene ise Rolanldo gittikden sonra sistemde yine bir değişiklik yok. Tek fark Roni'nin yerinin değişmesi. Beşiktaş ise sezon başından beridir iyi takım savunmasının yanında iyi mücadele eden, ortasahada fena top yapmayan bir takım görüntüsünde olsada ortasahası üretken değil. Ortasahayı geçince pas yüzdeleri düşüyor. Beşiktaş daha lickde hücum anlamında bu sorunları yaşarken mançester karşısında galibiyet beklemek polayana ile sevişmek olurdu. Hani diyorlar ya "bu maçı biz alırdık", nah alırdınız. Biraz kaba bir tabir oldu ama öyle. Bu maçın en iyi sukoru beraberlikti. O da halikarnas balıkçısının sayesinde Marmaris'de sulara gömüldü. Top tepmenin kırılma noktası uzun saçlı, tıknaz çocuğun çıkartılıp, 35'lik yıllanmış Yusuf şarabının oyuna girmesiydi ki herkes bunda hem fikir. Sen çık ben giricem hareketlenmeleri esnasında çizginin orada hakemin yanında Yusufçuğu gördüğümde " aha tabataaa çıkıyor" dedim. Ne biliyim aklıma nerden estiyse iki ara top atası tutar diye sokuyor sandım marmaris aşığının. Tıknaz, eli purolu serdar cengaverine "hadi sen fazla kaldın şu sahada gel yanıma iki pişpirik atalım" dediğini görünce gerisini de pek iplemedim. Zaten rakı masamızda bir puan vardı o da balıkçının ellerinde heba oldu.

12 Eylül, Beşiktaş, Denizli, Serdar, Taraftar, Hakem, Pankart

12 Eylül;
Günlerden 12 Eylül, darbecilerin ülkenin anasını ağlattığı, insanların insan dışı davranışara mahruz kaldığı, yıllarca insan dışı bir anayasanın temellerin atıldığı kara bir dönemim başladığı bir tarihtir hafızalara kazılan. Sadece bu felaketi bu işe yapanlara bağlamakda hata olur. O duruma gelmesine göz yuman siyasetçiler, bürokratlar, güvenlik birimleride en az bu darbeyi yapanlar kadar suçludur. İşte o kara günün yıldönümüydü 12 eylül 2009 cumartesi. Hesap sorulmasını isteyenler sokaklardaydı, ellerde pankartlar, ağızalarda sloganlarla. Düne, bugünkü devamına isyan, hak arama için yapılan bir gösteri vardı gökyüzünün yırtılırcasına yağdırdığı yağmurun altında. Donumuza kadar ıslandık, sonunda dayanamadık koptuk kortejden Kadıköy meydanında. Ne kadar da sonunu getirememiş olsak da elimizden geldiğince omuz omuza verdik, hesap sorulmasını istedik.

Beşiktaş;
Sahada oynanan futbol için kötü şeyler söylemek imkansız. Üzülebileceksek eğer ikinci golden sonra takımın vurdum duymaz tavırlarlarına bir iki söz söylenebilir. Ama şöyle bir gerçek var ki ne kadar takım savunmamız iyi olsa da orta sahada iyi top çevirsek de bal yapmayan arı gibiyiz. Bir türlü üretken olamıyoruz. Bunu sadece santraforların formsuzluğuna bağlamak hata olur. Orta sahada birşeyler eksik gibi.

Mustafa Denizli;
Aklından ne geçtiğini bilmek cidden imkansız. Öyle takım kurgularıyla sahaya çıkıyor ki herkesi bir şekilde dumura uğratıyor. Maç başlamadan kadroyu gördüğümde ilk yorumum şu oldu; “bu kadar sakatlıkdan yeni çıkmış, maç eksiği olan, takıma uyum sağlamamış oyuncuları sahaya sürmek büyük risk”. Haksız çıkmayı o kadar çok isterdim ki ama olmadı. Denizli'nin fantezileri bize büyük yara veriyor, vermeye devam edecek. Kendisinin liderlik vasfına, camiaya verdiği morale söyleyecek bir şeyim yok,aksine taktir ediyorum. Ama teknik taktik açıdan tam bir felaket.

Serdar Özkan;
Gaziantep maçından sonra bu maçda çok iyiydi. Pozisyon üretti, pozisyona girdi, futbolu basit oynadı. Şansızdı. Olsun, yeter ki futbolu basit oynasın, bu yolda devam etsin. Böyle devam ettiği sürece hem Beşiktaş hemde Türkiye büyük bir yıldız kazanmış olacak.

Taraftar;
Gün geçtikçe soğumaya başladım. Tribünde ayrı, teve başında ayrı azap beraber maç izlemek. Maçı çarşı'da Külüstür'de izledik. Küfür edilmeyen tek futbolcu kalmadı. İnsanoğlunun ne kadar ufalabileceğine görmek için orada olmak fazlasıyla yeterliydi benim için. Bu durumu sadace buradaki beşiktaşlıları bağlamak belki de hata olur, biz halk olarak böyleyiz. Bu insanlar Şeref Bey'lerin, Baba Hakkı'ların, Süleyman Seba'nın yönetiği, bayrağını taşıdığı büyük Beşiktaş'ın taraftarı olamaz. Olsa olsa Demirören'in taraftarı olur.

Hakem;
İnsan işini hakkıyla yapması, yapamıyorsa kenara çekilmesi gerekir. Malesef ki Türkiye'de ki düzen bir bok çukuru, her yanıyla boka batmış bir düzen. Federasyounundan hakemine,medyasından başkanına taraftarına kadar. İnsanlar soğuyor, soğutuluyor. Sokayım düzeninize.

Pankart;
Marmara bloğunda değinmiş; “idolojik pankart istemiyoruz, giremezsiniz” demişler . Sizin neyinize düşünmek, konuşmak, hak aramak. Siz sürülün, koyun olun. Ne beklersiniz sokakda yapılan harcı protesto etmek isteyenlerin dayak yediği, açız diyenin tartaklandığı, hak aramanın yasaklandığı bir ülkeden. Siz koyun olun, zombi olun, susun. Biz sizin yerinize konuşuruz, düşünürüz. Ama bizim istediğimiz kadar.